Yılın bazı dönemlerinde gündüz ve gece arasındaki sıcaklık farklı hayli yüksek oluyor. Gece saatlerinde sıcaklığın sıfır derece civarına inmesine bağlı olarak sis olayına hemen geç güz, kış ve erken bahar aylarında sabahları tanık olmak mümkün. Erken saatlerde işe, okula veya çarşıya gidişte yol boyunca bir bulutun içinde yol alınıyor. Günün bu diliminde birkaç metre ötede nelerin var olduğunu, ne olup bittiğini görmek mümkün değil. Bir taşıt sürücüsü iseniz bir kazanın içine düşmemek için olağan duruma göre daha dikkatli olmak gerekiyor. Yol şartlarının da riskler yaratabileceğini fark etmek lazım.
Günlük yaşamda kimi zaman içinde bulunduğumuz durum yukarıda örneklediğim bulanıklık ve belirsizlik haline dönüşmüş olur. Bir problem yaşıyorsak bunu yaratan ve besleyen şartları, nedenleri ve faktörleri yeterli açıklıkla göremeyiz. Probleme müdahil olan öznelerle nesneleri açık biçimde belirleyemez ve aralarındaki ilişkileri kavrama zorluğu çekeriz. Böyle bir durum probleme, olaya veya duruma daha akılcı yaklaşmamızı gerektirir. Bulanıklık içinde aceleyle veya panik halinde verilen bir karar ya da yapılan bir tercih problemin daha da derinleşip yayılmasına neden olabilir.
Bazı zorlu hallerde durup düşünecek zaman ve imkân yoktur. Böyle bir durumda sezgilerle karar ve seçim yapmak daha hızlıdır. Ama sezgilerimizin her zaman bizi doğru çözüme yönelttiğini iddia edemeyiz. Sezgilerimizin dayandığı altyapı geçmiş yaşamımızdaki deneyimlerden –ailemizden, arkadaşlarımızdan, değer verdiğimiz kişilerden, okul ve iş çevremizden– edindiğimiz ezberlerdir. Bu tür ezberlerin her zaman doğru çözüme yönlenmemizi sağlayacağını söylemek zordur. Sağlam, tutarlı ve çözüme yönlendiren analitik bir sezgi altyapısını oluşturmak için emek ve zaman harcamamız gerekir. Nitelikli bir sezgi altyapısı ve analitik bakış açısı, bir masaldaki gibi gökten başımıza düşen üç elmadan biri değildir.
Çözümlemek
Çözümleyici (analitik) bakış açısının –ve bu yaklaşımın etkin kullanımı ile oluşacak akla dayalı sezgisel yapının– temelini ‘sistem’ kavramı oluşturur. Günlük yaşamda sistem sözcüğünü çoğu zaman üzerinde fazla düşünmeden ‘düzen’ anlamına gelmek üzere kullanırız. Bazı durumlarda ise ‘sistem’, alışılmış olan demektir –alışılmış olanın dışına çıkmaya çalıştığımızda ‘sistem’, bizden beklentilerine göre bizi içeri girmeye ya da dışarı çıkmaya zorlar.
Ama düşünce süreçleri ya da felsefe söz konusu olduğunda sistemin daha farklı bir anlamı vardır. Öncelik sistem bir bütünlük anlamına gelir – sistemi neler oluşturuyorsa onların bütünlüğü… Öyleyse sistemi neler oluşturur? Sistem öncelikle bazı bileşenlerden oluşur. Eğer bir sistem olarak okuldan söz ediyorsak bunun bileşenlerini öğrenciler, öğretmenler, yöneticiler, veliler, yasal mevzuat, binalar, sınıflar, ders araçları gibi unsurlardır. Ama sadece bileşenleri bilmek yetmez.
Bileşenler arasında önceden tanımlı veya tanımda yer almadığı halde sonradan gelişmiş ilişkiler bulunur. Okul örneğinde olduğu gibi sistem bir amaca yöneliktir; aynı zamanda bu amaç yönünde bir bütün olarak hareket eder. Sistemin bir başka özelliği ise –birincil ve tali ya da istenen ve öngörülmemiş– çıktılara sahip olmasıdır. Yaşamda ya da hayalde mevcut olan her şeyi bir sistem olarak modelleyebiliriz. Bir mimari plan bir yapının modelidir. Arz-talep yasası insan ve toplum davranışlarına yönelik olarak kurgulanmış ekonomik bir modeldir. Fizik, kimya, biyoloji, sosyoloji, psikoloji ya da felsefe gibi bilim ve disiplin dalları ve bunlara ilişkin teoriler yaşamın düşünsel modelleridir. Yaşamı anlamak, açıklamak ve öngörmek için modeller kurar ve kullanırız. Modeller evrenin, doğanın, insanın ve yaşamın olağanüstü karmaşıklığı ile baş etmek için varsayımlar ve ön kabuller yapar. Bir modelin hatalı anlama, açıklama ve öngörülere yol açmasının birincil nedenlerinden birisi eksik, hatalı veya yanlış varsayım ve ön kabuller yapmamızdır. Bir de; kurguladığımız model onu hazırlayan bizlerin yaşama öznel bakışımızın (ezberlerimizin, zihinsel haritamızın) izlerini taşır. Hatta nerede durduğumuz (konumlandığımız), sonuçta nasıl bir model üreteceğimizi belirlemekte yükse oranda etkili olur. Pek çok bilim dalı ve disiplindeki paradigmaların, modellerin, teorilerin sübjektif oluşunun (objektif olmayışının) arka planında bu gerçek yer alır. İşin özü; içinde özne olarak insanın yer aldığı hiçbir şey objektif değildir.
Nerede Durduğumuz, Ne Gördüğümüz
Ne gördüğümüz nerede durduğumuza bağlıdır. Bu sözü doğrulayan sanatlar arasında resim ve heykel ilk sıralarda yer alır. Gözlem noktasının ve bakış açısının önemini vurgulayan bir başka disiplin ise teknik resimdir. Baktığımız şey bir manzaradır, bir insandır, bir yapıdır ya da bir makine parçasıdır. Bakış noktamızı değiştirdiğimizde karşımızdaki ‘şeyi’ konumun, ışığın ve perspektifin yarattığı bir fiziksel farklılıkla görürüz.
Bir fiziksel nesnenin teknik resmini bu konuda yetkin birkaç ressama çizdirsek, her biri farklı noktalardan baksalar da birbirine çok benzer çizimler yapacaklardır. Diğer yandan masanın üzerinde bir elma –aynı noktadan, aynı açıyla, aynı ışıkta baksalar da– Paul Cézanne (1839-1906) veya Pablo Picasso (1881-1973) ya da Salvador Dali (1904-1989) için farklıdır. Fiziksel elmayı temsilen yapacakları resimler de tümüyle farklı olacaktır. Anlaşılan o ki, ‘nerede durduğumuz’ konusu sadece fiziksel konum, bakış açısı ve aydınlanmadan (ışıktan) ibaret değil –sübjektif faktörler birincil düzeyde etkili oluyor.
Bir sistem, ilişkilerle birbirine bağlanmış bir dizi bileşenin belli amaca yönelmiş olarak ‘hareket eden’ bütünlüğünü ifade eder. Bir olayın veya durumun ya da herhangi bir ‘şeyin’ bir sistem olarak modellenebileceğini belirtmiştim. Yaşamı anlamak, açıklamak ve öngörmek için –farkında olarak veya olmayarak, kendimizin oluşturduğu ya da başka kaynaklardan öğrendiğimiz– modeller kullanırız. Model, gerçeğin bir simgesel temsilidir. Dolayısıyla bu simgesel temsil, onu hazırlayıp üretenin kişisel varsayım ve ön kabullerini barındırır ve yansıtır. Bu kişisellik ise yaşamın doğası gereği sübjektiflik (öznellik) içerir. Bir başka deyişle; evreni, doğayı, toplumu, insanı ve yaşamı kavrayışımızda onu ‘modelleme’ anlayışımızdan –veya seçip kullandığımız modelden kaynaklanan– sübjektivite bulunur.
Modellerimizi kurmak veya mevcut olanlar arasından model seçmek için gözlemlerimizden yararlanırız. Duyu organlarımızda herhangi bir sorun yoksa gerçeği görür, duyar, koklar, tadar veya dokunarak hissederiz. Duyu organı çevreden gelen fiziksel veya kimyasal bir etkiye maruz kalır. Buraya kadar olup biteni bizim dışımızdaki bir ‘gerçek sistemden’ gelen ‘işaret’ olması nedeniyle ‘objektif’ sayabiliriz. Ama söz konusu görsel, işitsel vb. işaret bize ulaştıktan sonra sübjektivite devreye girer. Kurduğumuz veya tercih ettiğimiz modele veri olarak aktardığımız duyu verileri de sübjektif değerlendirmelere maruz kalmaya başlar. İki farklı kişi olarak görüntüyü, sesi, kokuyu, tadı veya dokunmayı farklı biçimde algılar ve değerlendiririz. Aynı yemek herkes için aynı lezzette değildir; aynı müzik her birimiz için aynı güzellik yorumuna yol açmaz ya da kimi kokular bazı kişiler için tercih edilirken diğerleri için tahammül edilemez nitelikte olabilir.
Özetleyelim. Kendimiz de dâhil olmak üzere yaşamı anlamak, açıklamak ve öngörmek için model kurma ve seçme sürecinde sübjektif özelliklerimiz devreye giriyor. Bu modelde veri olarak kullanmak üzere kullandığımız veriler de aynı sübjektiflik filtresinden geçiyor. Modelin çıktılarını değerlendirirken bir kez daha sübjektif niteliklerimiz devreye giriyor. Daha da önemlisi, böyle bir durum insanlar olarak her birimizin yaşam ile ilgili farklı yaklaşımlara sahip olmamız sonucunu getiriyor. Duygu, düşünce ve eylemlerimiz benzeşse bile özünde farklılıklar taşına potansiyeline sahip… Biz ise yaşamı ‘kolaylaştırmak’ için farklılıkları göz ardı ederek her bireyi eşdeğer kalıplar içine sokmaya çalışıyoruz. Hâlbuki farklı olabilmek, özgür olabilmek anlamına geliyor. Aynılaşarak veya aynılaştırmaya çalışarak özgür birey olmanın imkânlarını yok ediyoruz. Farklılıkların bir arada var olmasına olanak sağladığımızda ise insanın doğasına ve özgürlük ruhuna uygun olanı yapmış oluyoruz.
En Küçük, En Büyük ve İnsan
Sokrates öncesi dönemin antik filozoflarından Demokritos (MÖ 460-370), maddenin atomlardan oluştuğunu söyler: “Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, maddi atomdur. Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir.” Fiziğin 20’nci yüzyılın başlarına ulaşması ile birlikte maddenin parçalanamayan en küçük biriminin atom olduğu fikri oluştu. 21’inci yüzyılda ise atom sözcüğü her ne kadar ‘daha küçük parçacıklara bölünemeyen’ gibi bir anlam taşısa da, çağdaş bilimde artık atom kavramı ‘atom altı parçacıkların birleşimi’ olarak tanımlanıyor. Her geçen gün ‘atom altı parçacık’ kavramı daha da zenginleşip derinleşiyor. Madde ile boşluk, madde ile enerji, varlık ile yokluk kavramları her an daha fazla karışmaya devam ediyor. İnsanlık olarak atomdan en küçüğe doğru ne kadar ‘derine’ inebileceğiz? Bu derinliği temel duyu organlarımızla kavrama noktasını çoktan geçtik. Ne kadar derine inebileceğiz? Ne kadar küçüğü ölçebileceğiz? Bu aşamadan sonra kullanabileceğimiz yegâne kaynağımız soyut düşünmeye daha yatkın hale gelmiş olan zihinsel beceri ve kapasitemiz olabilir. Maddeden başlayan insan ancak çok daha hayal ederek (tahayyül ile) evreni kavrayabileceği bir bilinmeze doğru ilerliyor. Şimdilik öyle görünüyor ki; bir zamanlar atomu ‘son nokta’ olarak bulduğumuz rahatlığa asla ulaşamayacağız. İnsanlık olarak aramaya devam edeceğimizden kuşkum olmasa bile; en derinde olan en küçüğü ‘görüp’ kavrayabileceğimizden emin değilim. Sanki her zaman derinden daha derin bilinmeyenler olacak. Daha derine inmeye devam ettikçe karşımıza başka derinlikler ve küçükten küçük olan çıkacak.
Bir de; ‘en büyük’ konusu var. Evreni merak etmeye başladığım çok eski zamanlardan beri aklımdaki ‘açmaz’ şöyledir: Örneğin bulutsuz bir gecede başımı göğe doğru kaldırdığımda çok sayıda gök cismi görüyorum. Biliyorum ki, göremediklerim de var. Bu bağlamda görmek, ışığının çok gecikerek de dünyaya ulaşması anlamına geliyor. Işığı bana ulaşan cismin çok uzaklarda da olsa ‘orada’ ve ‘var’ olduğunu anlıyorum. Zihnim bu varlığı kavrıyor. Ama bedenen o uzaklığa gitmem mümkün değil. Çünkü o ışık milyonlarca, milyarlarca ışık yılı uzaktan geliyor. Yani ışık hızıyla gidilse bile –her şekilde– insan ömrü içinde o mesafeleri aşmak şu an mevcut olan bilgi ve deneyimimizle mümkün görünmüyor. Aklımızın anladığına bedenimizin ulaşması imkânsız gibi duruyor.
Evren konusunda çalışan teorik fizikçiler aşırı uzaklıklara ancak akıllı ve kendini yenileme özelliğine sahip robotların ulaşabileceği öngörülerini yapıyorlar. O robotlar üretilse ve evrenin bilinmeyenine gönderilse bile onları üretenler oralardaki sırları asla öğrenemeyecekler. ‘En uzak’ olan (veya ‘en büyük’ mesafe) oralarda ‘olup biteni’ öğrenmek için karşımızda adeta bir engel gibi duruyor. Mevcut durumda ışık hızı ve zaman olarak isimlendirdiğimiz kavramlar etrafımızda ‘dört duvar hapishane’ gibi daha fazlasını somut olarak düşünmemizi engelliyor sanki… Tam bu noktada ‘ışık hızından ve zamandan’ (mevcut ışık hızı kavramından ve zaman algısından) kuşku duymak geçiyor içinden –‘gerçek’ diye bildiğimiz gerçekten daha başkası olabilir mi? Öyle ya; teorik fiziğin ‘Büyük Patlama (Big Bang)’ Teorisinin doğruluğunu kabul edersek her zaman büyüyen ‘en büyük’ olacak. Gidilebilen her noktadan sonrası oluşacak. ‘Büyük Patlama’ ile tanımlananın daha ötesi, daha başkası var mı? Bilmiyoruz; ancak hayal ederek öngörülerde bulunabiliriz.
İnsana fiziksel mesafe (fiziksel büyüklükler) açısından baktığımızda ‘en küçük’ ve ‘en büyük’ arasında bir yerde duruyor. Bir yandan insanlığın ‘en küçük’ algısı daha da küçülürken, diğer yandan ‘en büyük’ konusundaki bilgi ve deneyimi de ‘büyükten büyük’ yönünde değişiyor. Bu arada insan da –‘en küçük’ ve ‘en büyük’ sınırları arasında kalmak üzere– bir zaman dilimi önce ‘durduğu’ yerde olmuyor; o da artan ve çeşitlenen ‘evren deneyimi’ ile birlikte değişmeye ve yer değiştirmeye devam ediyor.
Yazının karmaşası içinde kaybolabilen bir noktaya dikkat çekmek isterim. Yukarıda anlattıklarımın tümü insanı esas alarak (insanın özne olduğu) tartışmalardır. İnsan olmadığı bu durumda ne olur? ‘İnsan ötesi’ veya ‘insan sonrası’ olarak isimlendirebileceğimiz bu soru bambaşka bir akıl yürütmenin ve tartışmanın ‘lezzetli’ teması olur.
İnandığım Ama Kanıtlayamadığım…
Bir fantastik yaklaşım ile bitirelim. Orijinal adı “What We Believe But Cannot Prove” olan kitabın ilk baskısı 2005 yılında Edge Foundation tarafından yapılmış. Türkçesi NTV Yayınları arasında yer alan ve editörlüğünü John Borckman’ın yaptığı kitapta zihinsel yetkinlikleriyle farklılaşmış 100 kişiye “Doğruluğuna inandığınız ama kanıtlayamadığınız gerçek nedir?” diye sorulmuş. Bu kişilerin verdikleri cevaplar kitabı oluşturuyor. Her cevabın başında soru sorulan kişinin kariyeri ve başarıları kısaca özetleniyor. Örneğin ABD’li ünlü bir fizikçi olan Kenneth W. Ford, cümlelerine “Galaksimizde bir yerlerde mikrobiyal yaşamın var olduğuna inanıyorum” diye başlıyor sözlerine. Bir deneysel fizikçi olan Maria Spiropulu ise “Kanıtlanamayan hiçbir şeyin doğru olmayacağına inanıyorum” şeklinde soruya aykırı bir cevap vererek sürdürüyor sözlerini.
İnanmak deyince muhtemelen yaratılış, yaşam ve ölüm gibi konuları birlikte hatırlıyor olmalıyız ki; İngiliz romancı Ian McEwan’ın girizgâh cümlesi şöyle oluşmuş: “İnandığım ama kanıtlanamayacak olan şey, ölümümden sonra bilincime ait hiçbir şeyin varlığını sürdüremeyeceğidir.” Dünya yaşamı ile söylediklerini anlamlı buldum: “Buradaki yaşamın kısa; bilinçliliğin ise kör bir sürecin kaza eseri gerçekleşmiş bir ödülü olması, varlığımızı çok daha değerli ve ona karşı sorumluluklarımızı da daha büyük kılıyor.” Varoluşun bir kaza eseri mi yoksa üstün bilinçli bir seçim mi olduğunu tartışacak olanlar vardır; ama yaşamın değeri ve ona karşı sorumluluk vurgusu bence dikkate değer.
Kanımca kitaptaki en önemli düşünsel tezlerden birisi ABD’li teorik fizikçi Paul J. Steinhardt’ın sözleri: “Evrenimizin rastlantısal olmadığına inanıyor ama kanıtlayamıyorum.” Pek çok insanın bu rastlantısal olmayışı, dinî esaslarla açıklamaya çalıştığını biliyoruz. Ama Steinhardt’ın bir bilim insanı olarak okunmaya değer farklı bir yaklaşımı var. Bir matematikçi, bilgisayar bilimcisi ve romancı olan Rudy Rucker da ilginç bir iddia öne sürüyor: “Farklı bir ‘Çok Sayıda Evren’ teorisi önermek istiyorum.”
Teksas Üniversitesi’nde psikoloji alanında profesör olan David Buss’ın farklı bir cevabı var: “Gerçek aşka inanıyorum” diye başlıyor. Sözlerini şu cümlelerle bitiriyor: “Ama gerçek aşkın güzergâhı çok farklı; haritalanmamış alanlardan geçiyor. Hiçbir engel, hiçbir sınır tanımıyor. Tanımı zor, yakasını modern ölümlere hiç kaptırmıyor, bilimsel açıdan ise bulanık görünüyor. Gerçek aşkın varlığına inanıyorum. Ne var ki kanıtlayamıyorum.” Kanıtı olanlara duyurulur.
Haddimi bilerek; Edge’in sorusunu kendime sordum. Acaba doğruluğuna inandığım fakat kanıtlayamadığım bir düşüncem olabilir mi? Çok eski yıllardan beri aklıma takılan bir soruyu bir mucit, girişimci ve yazar olan Ray Kurzweil’ın da kitapta ifade ettiğini gördüm: “Bilgi iletişiminde ışık hızı sınırı engelini aşmayı başarmanın yollarını bulacağız.”
Benim yaklaşımım veya hayalim ise şöyle: Gece başımı gökyüzüne kaldırdığımda (ya da bir teleskop kullanarak) yıldızları ve bazı diğer gök cisimlerini görebiliyorum. Onları görebildiğim halde onlara ulaşmam mümkün değil. Ömrümün milyonlarcasını üst üste eklesem bile onlara ulaşmam imkân dâhilinde görülmüyor. Bu sorunu yaratan da ışık hızı sınırı gibi görünüyor. Sanırım bu işte (ışık hızı sınırı meselesinde) bir ‘terslik’ var. Milyonlarca, milyarlarca ‘ışık yılı’ uzağımızdaki varlıklara ulaşılabileceğini inanıyorum ama kanıtlamam mümkün değil.
Gürcan Banger