20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar hüküm süren Sanayi Toplumu’nda iş dünyasında kârın ana kaynağı emek idi. Bunu günümüzde bile işgücü yoğun sektörlerde görmeye devam ediyoruz. Her dönemde üretimin faktörleri arasında sermaye, toprak ve emek sayılmakla birlikte; Sanayi Toplumu’ndaki ana birikim kaynağı, işgücünün yarattığı artı değer idi. Buradan sağlanan getirinin bir bölümü sermaye birikimini sağlıyor ve değişik amaçlarla tekrar yatırıma dönüyordu.
Sanayi Toplumu’nun birincil sorunu, üretimin artırılması idi. Üretim, özellikle yetersiz teknolojik altyapı nedeniyle kısıtlamalara uğrayabiliyordu. 20’nci yüzyılın son çeyreği; başta bilişim, iletişim ve lojistik alanlarında olmak üzere bilim ve teknolojideki gelişmelerle daha fazla üretimin önünü kesen engelleri ciddi anlamda aştı. Böylece tek kutuplu dünya ekonomisinin sorunu, üretim olmaktan çıkarak satmak ve tüketilmesini sağlamak haline dönüştü. Bu olguyu, kapitalizmin bu çağda sadece miktarsal anlamda mal ve hizmet değil; aynı zamanda ‘yeni ihtiyaçlar da ürettiği’ şeklinde nitel olarak da tanımlıyorum.
Bu süreçte; birim ürün veya hizmette emek oranı düşerken, metanın içerdiği bilgi ve teknoloji faktörü oranı artmaya başladı. Böylece teknolojinin getirdiği kolaylıklar sayesinde artan ve yaygınlaşan üretime bağlı olarak mal ve hizmet fiyatları aşağı inerken, emeğin azalması nedeniyle işletmenin elde ettiği katma değer de azaldı. İş sahibi, eskiye oranla aynı kârı elde etmek için daha fazla ürün satmak zorunda kalmaya başladı. Ayrıca bütünleşen pazar nedeniyle küresel rekabetin olumsuz etkilerine de maruz kaldı. Bu durum, kapitalizmin ‘daha çok kâr için daha çok üretim’ çılgınlığını yeni bir boyuta taşıdı.
Artan üretim karşısında tüketimi aynı düzeyde artırmak her zaman mümkün değildi. Tüketimin artmayışının ana nedenleri arasında ise adaletsiz gelir dağılımı ve dünya zenginliklerinin giderek daha küçülen bir azınlığın eline geçmesi gibi unsurlar etkili oldu. Özetle; birim üretimde emeğin azalması ile bilginin, teknoloji kullanımının oranının artması ve bunun ürün fiyatını düşürücü etki yapması, kapitalizmin 1970’li yılların sonları ile birlikte yaşamaya başladığı yeni bir durum olarak ortaya çıktı.
Her ne kadar farklılık yaratmanın gereklerinden söz edilse de; öyle görünüyor ki, dünyanın genel gidişi tercihini aynılaşmadan yana kullanıyor. Aynılaşmanın etkilerini sınai üretimden kültüre kadar pek çok alanda gözlemek mümkün… Bu sürecin taşıyıcısının; yeni bilişim, iletişim ve lojistik teknolojileri olduğuna kuşku yok.
Mal ve hizmet üretimi konusunda dünyanın her noktasında kıyasıya bir yarış var. Bilginin de hızlı dolaşımı nedeniyle mal ve hizmet üretimi için kullanılan yöntem ve teknikler de aynılaşıyor. Dolayısıyla Güney Doğu Asya’da, Ortadoğu’da, Kuzey Amerika’da ya da Avrupa’da aynı özelliklere sahip benzer kalitelerde ürünleri bulmak mümkün. Ürün benzer olunca geriye sadece fiyatta farklılık yaratma şansı kalıyor. Tüketici açısından fiyat dışında bir farklılaşma imkânının kalmadığı bu duruma ‘emtialaşma’ adı veriliyor.
Emtialaşmanın sanayici açısından önemi, biteviye maliyetleri düşürme zorunluluğu… Maliyetleri, düşen piyasa fiyatlarından daha hızlı düşüremediği durumda ise kârlılığı da kaybetmek durumunda kalıyor. Giderek sıfıra yakın kâr oranlarına razı olan işletmeler ise bir kârsızlık bataklığına doğru savruluyorlar. İşletme ve yönetim kültürü konusunda yetkinlikleri olmayan kuruluşların hızla yok olmalarında bu olgu, yüksek etkili bir faktör oluyor.
Dünya ekonomisini ve iş çevrelerini gözünüzün önüne getirin. Dergilere, ürün kataloglarına ve İnternet’e göz atın. Dünyanın hemen hemen her noktasında aynı özellik ve kaliteye sahip ürünler var. Kârlar düşüyor. Düşen kârlara karşı işletmelerin yapabileceği tek şey, daha fazla mal satmak… Bu durum ise pazarın ve müşterinin göreceli değerini artırıyor.
Daha hızlı, çevik ve yenilikçi olabilen, pazarlama yeteneklerini geliştirmiş ve dış ticarette yetkinleşmiş işletmeler dışında kalıcı olan ve büyüyebilen yok. Ayrıca durum gereği müşteri sadakati de kalmamış. Bu durumda gelen dünya finansal krizleri ise açık yaranın üzerine tuz basıyor. Kriz ile birlikte oluşan talep daralması, zaten değerli olan müşteriyi adeta karaborsaya düşürüyor. Sonucu görüyoruz; başta KOBİ’ler olmak üzere işletmelerimiz can derdine düşmüş durumda.
Ne yapmalı? İlk akla gelen, iş ve pazar bulmak oluyor. Basit gibi görünse de; tatmin edilmesi gereken ihtiyaç budur. Ne yazık ki; dünya üretiminin uğradığı dönüşüm nedeniyle fiyat açısından rekabet etmemiz giderek zorlaşıyor. Özellikle işgücü, enerji ve devlet destekleri açısından (Çin gibi) bizden daha avantajlı başka ekonomiler var.
Fiyat dışında farklılaşma imkânının kalmadığı durumlarda belli başlı iki çözümden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi markalaşmak, ikincisi ise yenilikçiliktir –inovasyondur. Küresel markalar yaratmanın kolay olmadığı ortada. Yurtdışında iş yapan veya başka ülkelere mal satan firmalarımız olmakla birlikte küresel marka olabilen örnek bulmak kolay değil. Kendilerini dünya markası ilan eden bazı kuruluşlarımızın bu iddiaları, ulusal pazar dışında fazla bir anlam ifade etmiyor. Yurt dışında mal satmak ile küresel marka olmak arasında dağlar kadar fark var.
Geriye; önemli bir felsefe ve enstrüman olarak inovasyon kalıyor. Maliyetleri düşürmekten yeni ürün geliştirmeye, yeni pazarlar bulmaktan daha verimli çalışma yöntem ve tekniklerine kadar işin sırrı yenilikçi olabilmekte. Yenilikçilik dediğimde ise bir yandan da yeni iş modellerinden, iş yapma biçimlerinden söz ediyorum. Alışkanlıklarla, geçmişten kalan usullerle ve ‘kurucu aile büyüklerimizin’ işletme kültürü üzerine bize miras bıraktıkları ile iş dünyasının bu zor çağında kalıcı olmak, büyümeyi sürdürmek ve geleceği yakalamak mümkün değil.
Son olarak bir olumsuz gerçek var: Henüz iş dünyamız emtialaşma ve buna karşı geliştirilecek yaklaşım ve araçların yeterince farkında değil. Bu sorunu özellikle yan sanayi olarak çalışan işletmelerde görüyoruz. Kendine özgü ürünü olanlar da bu farkındasızlığın takipçisi olmaya devam ediyorlar. Bugün iş dünyasında yaşadığımız olumsuzlukların pek çoğu, sanıldığı gibi Küresel Kriz’den değil; hâlâ ‘kurucu aile büyüklerimizin’ yaklaşım, yöntem ve teknikleri (ya da yönetimsizlikleri) ile iş yapmaya çalışmamızdan kaynaklanıyor.
Gürcan Banger