Covid-19 salgını ile birlikte sosyal ve ekonomik gelişmenin bir sonucu ve göstergesi olarak kabul ettiğimiz kentleşme, bir sorgu kavşağına geldi. Kentlerin büyümesi bir dizi fırsat sunarken acaba aynı zamanda da risk ve tehditlerin ortamı haline mi dönüşüyor? Küresel ölçekte duyurusu yapılan Covid-19 olaylarının tahminen yüzde 90’ı kentsel alanlarda gerçekleşti. Adeta kentler, salgının merkez üsleri haline dönüştü. Özellikle nüfus ve yoğunluk olarak büyük, aynı zamanda küresel ve yerel bağlantıları yüksek kentler tüm dünyada virüsün yayılımı açısından savunmasız yerleşimler haline geldi. Her ne kadar Covid-19’un yayılımını demografik göstergelerle ilişkilendirmek kanıt gerektirse de; bu durum, mevcut kentleşme olgusunu yeniden düşünmek anlamına geliyor.
Her problem, aynı zamanda yeni fırsatlar için kaynak olarak kabul edilebilir. Kentler, salgın sonrasının doğru strateji ve planlamaları ile sağlıklı yaşam, sürdürülebilirlik, dayanıklılık ve çok yönlü inovasyon merkezleri olarak düzenlenebilir. Ancak böyle bir kapsamlı iyileşmeye ulaşmak için iyi tasarlanmış, bilinçli politikaların seçilmesi gerekecektir. Covid-19, yerel yönetimlerin krize müdahale, iyileşme ve kenti çok yönlü olarak yeniden inşa etmede kritik rolünü vurguluyor.
Diğer yandan pek çok yerleşimde Covid-19 salgını, –kentli yurttaş olma konusundaki bazı zafiyetlere rağmen– toplumun hızlı dönüşüm ve yeni duruma uyarlanma yeteneğine sahip olduğunu gösterdi. Covid-19 sonrasında ise yapılmaması gereken, salgın öncesindeki eski normale dönmemek olmalı. Eski tür kentleşme ve kentsel yaşam konusundaki ezberleri unutmak zorundayız. Eski normal yerine salgın deneyimini dikkate alarak kentleri krizlere karşı dirençli ve dayanıklı, ekonomik sürdürülebilirliğe sahip ve yeşil yaşamla uyumlu hale getirmek gerekiyor. Bu, gerçekleştirilebilir olduğu kadar zorunlu bir hedeftir.
Covid-19 salgını, kentlerde yaşanan ekonomik, sosyal ve mekânsal eşitsizliklerin önemli bir risk kaynağı olduğunu ortaya koydu. Her yurttaşa adil imkânlar sunmayan bir kentleşme, gelecekte ortaya çıkabilecek Covid-19 benzeri krizlerin sonuçları daha şiddetli ve yok edici olabilir. Kentler gelir, hizmet ve imkânlara erişim, denetlenemeyen göç, etnik ve kültürel farklılıklar gibi eksenlerde bölünmeye devam ederse, bunun sonuçları geri dönülemeyecek boyutlarda olabilir. Kentsel eşitsizlikleri azaltmak, gelecekteki şoklara ve krizlere daha iyi hazırlanma ve çok boyutlu gelişim için vazgeçilmez bir gerekliliktir.
Yeni Normal
Yeni normalin kentlerini oluştururken öncelikle sıradanlıklardan alışkanlıklardan ve ezberlerden vazgeçmek gerekiyor. Kentsel tasarım ve planlama anlayışı inovasyon olgusunu özümsemek zorundadır. Mevcut salgın, uzaktan çalışmaya geçiş ve teknolojinin kriz önleme ve yönetiminin çeşitli yönlerine uygulanması dâhil olmak üzere hizmet sunumlarında dijitalleşmeyi hızlandırdı.
Salgına rağmen –salgının yaşamı tümüyle durdurduğu yanılsamasına rağmen– dünyada bilim ve teknoloji alanlarındaki çalışmalar kesintisiz sürüyor. Covid-19’un etkilerini yönetmek için uygulanan teknoloji tabanlı çözümler, krizlere rağmen devam ediyor. Yönetişim, ticaret, iş ve imalat dâhil kilit ekonomik sektörlerde dijitalleşme olanakları artık çok daha büyük… Covid-19, bu alanlarda hızlanan ilerlemenin etkisiyle kentleri ve kentsel altyapıyı planlamak ve yönetmek için dijital çözümlerin ve inovasyonun uygulanmasını zorunlu hale getirdi. Yeni teknolojilerin ve kentsel inovasyonun var olduğu bir zeminde doğru stratejik seçimler yapılırsa, Covid-19’a kentleşme anlamında gösterilecek tepki; kentler açısından çeşitliliğe, kapsayıcılığa, sürdürülebilir çalışmaya, yenilikçiliğe, çevresel sürdürülebilirliğe, cinsiyete duyarlı sistemlere ve kentsel alanlarda uyumlu topluluk inşasına doğru gelişme gösterebilir.
Küreselleşme ve buna bağlı olarak kentleşme konusunda oluşan algı adeta ikinci bir yolun var olmadığı ya da geriye dönüşün imkânsızlığı şeklindeydi. Dünya yaşamı Covid-19 krizi ile nispeten düzgün gibi görünen akışında bir kırılma yaşadı. Salgın ile birlikte gelecek öngörüleri, küreselleşme ve kentleşme eğilimlerinin tersine dönerek ülkeler ve insanlar arasındaki mesafenin artacağı yönünde oluşmaya başladı. Bu görüşler strateji ve planlara yansıyarak daha güvenli, dirençli ve dayanıklı yaratabilir mi? Kişiler, kuruluşlar ve ekonomiler daha az tüketime, biraz daha düşük refaha, ama daha istikrarlı bir dünyaya razı veya ikna olur mu? Yoksa çok yönlü ve boyutlu açgözlülüğün hegemonyası sürer mi?
1980’lerden bu yana küreselleşme ve kentleşme, dünyada ekonomilerin ve sosyal yaşamın şekillenmesinde en etkili güçler arasında ilk sıralarda yer aldı. Giderek küresel özellikler kazanan kentler ticaretin büyük kısmını yaparken, değerin daha fazla kısmı kentlerde üretilmeye başladı. Bu değişime kent nüfuslarının önlenemez artışı ve yarattığı yoğunluk önce neden, sonra sonuç olarak eşlik etti.
Covid-19’un yarattığı kırılma, –şimdiden oranları belirlemek zor olsa da– bu iki eğilimi tersine çevirerek bir yandan birim yerleşim alanında yoğunluğu azaltırken, hem ülkeler hem de insanlar arasındaki mesafeyi çok boyutlu olarak artırabilir. Bu durumu; daha az yoğun ofisler, bir işletmenin fonksiyonlarının farklı mekânlara dağıtılması, fiziksel mekânla sınırlı eğitim modellerinin değişimi, sosyal göçlerin önlenmesine yönelik girişimler ve değişik nedenlerle oluşabilecek ülkeler arası insan trafiğinin farklılaşması vb. gibi değişik biçimlerde yorumlayabiliriz.
Küreselleşme Karşıtlığı
Küreselleşme karşıtlığı yeni bir konu değil. Bu karşıtlığın siyasal veya ideolojik boyutlar dışında da örnekleri var. Sıklıkla devletlerin birbirlerine yönelik –pazar ve güç paylaşımı kökenli– ambargo uygulamaları, büyük ekonomilerin yayılmacı tutumları, küresel ölçekte dış kaynak kullanmanın sürdürülebilirliği konusundaki kuşkular zaten küreselleşmenin önünde engeller gibi durmaktaydı. Dünyanın siyaset gündemine göz attığımızda küreselleşme karşıtlığının veya bununla ilgili endişelerin milliyetçilik eğilimlerini artırıyor olması şaşırtıcı değil. Artık toplumlar kendi evlerinde güvenli, istikrarlı ve imkânlar ölçüsünde kendine yetebilir olmayı çok daha fazla önemsiyorlar. Bu dalganın ne denli yükseleceğini Covid-19 sonrası dönemde göreceğiz.
Küreselleşmenin iş dünyası açısından ana savunu noktalarından biri; üretim maliyetlerinin düşmesi, mal ve hizmet tedarik etmenin kolaylaşması ve seçenekli hale gelmesi, dünyanın herhangi bir yerindeki mal ve hizmetlere ulaşmanın kolaylaşması ve çok yönlü bilgi paylaşımı idi. Eğer küreselleşme eğiliminde dikkat çekici ölçüde zayıflama olursa, ortaya çıkacak sonuç yukarıda sayılanların tam tersi şeklinde gerçekleşecek demektir. Özet olarak bu da tedarik zorlukları, yükselen fiyatlar, küresel ölçekte daha sıkı bloklaşma, çok aktörlü işbirliğinin azalması ve uluslararası çatışma potansiyelinin artması anlamına gelebilir.
Kentleşme
Kentleşme konusuna dönelim. Covid-19 salgınından en fazla etkilenen olgulardan biri, büyük ihtimalle alışageldiğimiz kentleşme eğilimi olacak. Yakın zamana kadar insanlar ekonomik fırsatlar yanında albenili kentsel yaşam tarzı içinde kentlere doğru aktılar. Salgın dönemi ise o çekici kentsel yaşamın daraldığı, kentte yaşamının daha fazla riskler içerdiği bir dönem oldu.
Salgın sonrasında insanlar kalabalık ulaşım araçları, kafeler ve restoranlar, tiyatrolar ve stadyumlar, süpermarketler ve ofislerden daha fazla uzak durmayı isteyecekler. Salgın öncesinde kentin kalbi olan dış ve iç mekânlar artık kalabalıklar büyük sağlık riskleri anlamına geliyor. Kentlerden kaçma imkânına sahip insanlar bunu gittikçe daha fazla yapma eğiliminde olacaklar. Kentten ayrılma imkânı olmayan insanlar ise kendilerini daha fazla risk altında hissedecekler, kentin öznesi olan kalabalıklar ile temaslarını azaltacaklar.
Kentler konusundaki tanımsal savlardan biri, ekonomik üretimin ve büyümenin bu tür yerleşimlerde gerçekleştiği yönünde idi. Ekonomik istatistikler de bunu doğruluyor. Ayrıca kentler bilimin, teknolojilerin, araştırma ve geliştirmenin, tasarımın, ürün geliştirmenin merkezleri olarak geliştiler. Bu durumun kentlerden uzaklaşarak gerçekleştirilmesi için yeni modeller gerekecek. Belki de yeni kentsel normalin yaratılması sürecinde bu sayılan alanlarda gerilemeler yaşanabilir. Kentlerin küçülmesinin, kültürel canlılığı ve çeşitliliği azaltmaktan kentte biriktirilmiş sorunları kent dışı alanlara taşımak gibi kadar başka olumsuz etkileri de olabilir. Özetle; kentsizleşme gibi bir durum, Covid-19 salgınının sonrasının önemli gündem maddeleri arasında yer alabilir.
Covid-19’a tepki olarak gösterilen aceleci tutum ve davranışlar, uzun vadedeki derin maliyetleri gözden kaçırmamıza neden olabilir. Mevcut şekliyle küreselleşme ve kentleşme, Covid-19 sonrası bir dünyada öngörmemiz gereken zorluklar yaratıyor. Bu eğilimleri kolaycı bir anlayışla tersine çevirmeyi hedeflemek yerine her kişi, kuruluş, kesim veya toplum için sürdürülebilir stratejik çözümlere ihtiyaç var.
Bir ürüne veya esere baktığımızda onunla ilgili bir izlenim sahibi oluruz. Güzel veya çirkin, özgün veya banal buluruz. Hiç düşünmeden odaklandığımız ve yargıladığımız şey, ürün veya eserin kendisidir. Ama çoğu zaman iyi ya da kötü, sadece görünen cisme (yani sonuca) yansımıştır; büyük bir olasılıkla iyilik ya da kötülük onu yapan ruhtadır.
Hali vakti yerinde olmayan şeklinde tanımlayabileceğimiz bir ailenin evine gidersiniz. İnsanı imrendiren bir temizlik ve düzen görürsünüz. Mobilyalar pahalı ve görkemli değildir. Ünlü markaların etiketleri yoktur. Perdeler aile içinde el dikişi ile yapılmıştır. Belki koltuk ve kanepenin yüzü değişmiş ya da eskimeye yüz tutan yüzü bir örtü ile kaplanmıştır. Ama en önemlisi, evdeki her şey bir fonksiyona hizmet etmektedir. Sadece süs olsun diye para verilmiş gereksiz aksesuarlar yoktur. Ev de aile gibi yoksul olsa bile bakımlı, özenli ve düzenlidir. Bu düzeni ve temizliği görmek, bu evde bir bağlılık ve aidiyet duygusu olduğuna dair ipuçları verir. Anlarız ki; bu aile, tüm sıkıntılara rağmen bu mekânı ev olarak benimsemiş, hatta özümsemiştir. Tüm yoksulluğa rağmen böyle bir evin bütünlüğü, size sıcak bir yuvada olduğunuz duygusunu verir. Çünkü oraya aile olmanın sevecenliği ve içtenliği sinmiştir.
Ekonomik olarak daha uygun koşullarda yaşayan bir başka ailenin evine gidersiniz. Her taraf, yeni ve pahalı olduğu besbelli mobilyalarla donatılmıştır. Halılar, masalar, sandalyeler, koltuklar ve vitrin olarak kullanılan kitaplıklar adeta eve bir görkem kazandırma yarışındadır. Evin her boş noktası, dünyanın değişik köşelerinden gelmiş aksesuarlar ile doldurulmuştur. Sehpa üstlerinde bir amaca ya da estetiğe hizmet etmeyen küçük çanak – çömlek takımları, biblolar, içilmediği halde çeşitli sigara tablaları yer almaktadır. Duvarlar, neredeyse sathı görmeye imkân bırakmayacak biçimde bir uyum ve bütünlük hissi vermeyen tablolarla kaplanmıştır. 10 santimden 1 metreye kadar olan değişik boyda plastik, alçı veya mermer tozundan üretilmiş heykelcikler, sokak kapısının girişinden yatak odasına kadar her yerde arz-ı endam etmektedir.
Düzenlenmesine ve bakımına çok para harcandığı anlaşılan bu evde sizi saran bir bütünlük ve sıcaklık bulamayabilirsiniz. Çünkü ev, farklı karakterde eşyalar nedeniyle bir kimlik oluşturamamış veya varsa da bu kimliğini zamanla kaybetmiştir. Bu ev, size orada yaşayan ailenin geçmişini, kültürünü ve yaşama bakışını yansıtmaz. Ev ve aile; oluşturulan bu karmaşa, düzensizlik ve kimliksizlikle birbirine yabancılaşmıştır.
Mimarlık ve kent planlama felsefesi, kentteki bir yapının özünün (kullanım amacının) biçimine yansıması gereğini ifade eder. Aşırı biçimde ve bir bütünlük oluşturmayacak tarzda doldurulmuş bir evde gerçekleşmeyen ana fikir budur. Kimliksizlik, bir yaşam yerini ev yapmaktan alıkoyan belli başlı sorunlardan birisidir.
Bir kent de orada yaşayan insanlar için evdir. Açıkçası; bir kentin vatandaşlar için ev niteliğine sahip olması beklenir. Çünkü kentli vatandaşlar da bu evde yaşayacak büyük ailedir. Kent halkı, aynen ailede olduğu gibi ortak amaçlara ve paylaşılan mutluluğa hedeflenir.
Kentsel çevre, o kentte yaşayan büyük ailenin geçmişini, kültürünü ve gelecek tasarımına ilişkin vizyonunu yansıtmalıdır. Yapılar, meydanlar, sokak ve caddeler ile kent mobilyaları bir ailenin ruhunu yansıtacak biçimde düzenlenmelidir. Eğer kenti, ona ait olmayan unsurlarla donatırsak, bu büyük ailenin ruhu deforme olmaya başlar; bir süre sonra da herhangi bir kent halkı olacak biçimde yabancılaşır. Deformasyonla birlikte kent kültürü de soysuzlaşmaya başlar.
Bir kent, aynen bir evde olduğu gibi; bağlılık, aidiyet ve ortak mutluluk yaratmalıdır. Bunun sağlanması için kentin donatılmasında orada yaşayan büyük ailenin katılımı ve dolayısıyla rızası olmalıdır. Kent ailesi adına yapılmış her zoraki değişim ve dönüşüm, kent yaşamını bir adımda yabancılaşma uçurumuna sürükleyecektir.
Diğer yandan Covid-19 salgını, süreç ve sonrası olarak kaskatı bir gerçeklik şeklinde karşımızda duruyor. Hiç kuşkusuz; Covid-19 salgını, kentleşme eğilimlerini değiştirecek ve kent yönetimi anlayışında farklılaşmalar yaratacak. Bu değişimin odak noktasının kamu hizmetlerinin akıllı yönetimi olması beklenebilir. Böylece kent, yaşamını daha önceki dönemlere oranla daha fazla dijitalleşmiş bir düzeye yükseltebilir. Covid-19 salgını, kişi, kurum ve kuruluşları pek çok başka alanda olduğu gibi kent yönetimi ve kamu hizmetlerinde de dijitalleşmeye yöneltti. Yerel kamu idarelerinin –kısmen de olsa– zorunlu olarak çevrimiçi işlemeye geçişi, gelecek açısından önemli bir dönüm noktasını işaret ediyor olabilir. Salgın, başta kalabalık ve insan yoğun yerleşimler olmak üzere kentlere hızla yaygınlaştı. Bu da salgın ve kentler arasındaki karmaşık –kaotik– ilişkilere dikkat edilmesi anlamına geliyor. Yeni teknolojiler dikkate alınarak bakıldığında; bu salgına veya benzeri afet niteliğindeki krizlere yönelik yeni tepki biçimleri ve öncelikler açısından kent ve kentleşme modellerinin yeniden değerlendirilmesi gerekiyor.
Gürcan Banger