Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının hemen sonrasında –bu yıkımların etkileriyle- gelişen– felsefi akımlara ve düşünce sistemlerini incelediğimizde, bunların tümünde insana odaklanmanın izlerini görürüz. Bu düşünce akımları iyimser, karamsar, olumlu veya kötü niyetli olsa bile tümünün odağında insanın özne olarak yer aldığını görüyoruz. Özellikle ikinci büyük savaşın bitiminde sonra ortaya çıkan düşünsel yaklaşımlar da insanın birey ve özne olarak baskınlığını izlemek mümkün.
Bir felsefi akım gündeme geldiğinde, onun etkileri sadece düşünsel alanda kalmıyor. Sanattan günlük yaşama kadar yayılım gösterdiğini ve çeşitli biçimlerdeki yorumlarıyla bir moda veya tarz haline geldiğini görüyoruz. Bir adım daha öteye gidersek düşünsel akımların odağında yer alan çekirdek öz, diğer bilim, sanat ve disiplin dallarında da referans noktası olarak kullanılmaya başlanıyor. 1950’lerle başlayan bireyselleşme ve özneleşme yöneliminin izlerini şaşırtıcı biçimde ekonomi, edebiyat, müzik, psikoloji, ulaşım veya konaklama gibi birbirinden çok farklı yaşam unsurlarında gördük. Postmodernizm, liberalizm, libertaryanizm ve benzerleri bu yönelimin farklı isimlendirmeleriydi.
Özneden Ağa
1980’ler sonrasında bilimsel ve teknolojik gelişmeler ile Soğuk Savaş’ın bitip küreselleşmenin egemen olmaya başlaması dünyayı farklı bir noktaya taşıdı. Şimdi farklı bir algı var. Bir şeyin farkına vardık. Bireyi özne olarak ele aldığımız 20’nci yüzyılda –psikoloji ve zihin sağlığı alanındaki tüm çalışmalara karşın- onu bir kapalı kutu olarak anladığımızı ve yorumladığımızı fark ettik. Birey, bir kara kutu olarak kendi başına referans alınabilecek bir özne değilmiş.
Evrende öyle madde türleri var ki, örneğin oda sıcaklığı (standart şartlar) dışına çıkardığınızda çok farklı özellikler gösteriyor. Bilişim, iletişim, özel olarak medya ve İnternet teknolojilerinin gelişmesi bize doğadaki bu özelliğin insan için de geçerli olduğunu bir kez daha gösterdi. Sözünü ettiğim ilerlemeler, elektronik ağlar oluşması ve bireylerin bu ağlara bir uç olarak bağlanmaları sonucunu getirdi. Veri akışı artıp çeşitlendi. Fiziksel mesafelerin yarattığı sorunlar, elektronik yakınlık ile aşıldı. Artık birey sadece kendi başına bir özne değil, aynı zamanda bir ağın üyesi olarak sosyal ve ekonomik yaşamda yer almaya başladı.
Bireyin ağda özne olması, bize onun kendi başına olandan daha farklı özellikleri ağ ortamında sergilemeye başladığını gösterdi. Bireyin artık –yakın geçmişte özne olarak isimlendirdiğimiz– bireysel benliği dışında dâhil olduğu ağa bağlı olarak bir ağ benliği var. Bu iki benlik arasında şaşırtıcı farklılıklar olabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki, geleceğin yeni felsefelerinin ve düşünce akımlarının en önemli faktörlerinden birisi bireyin, herhangi bir kurum veya kavramın ağ olgusuyla etkileşimi olacak. Birey kendi başına özellikleriyle bir özne olarak kavranırken aynı zamanda ağ ortamında sergilediği benliği ile bir başka referans noktası oluşturacak.
Dün ve Gelecek
Dünya savaşları öncesindeki dönemde insanın algılanması, büyük ölçüde bir toplumun üyesi olması şeklindeydi. Topluluk ve toplum tanımlandıktan sonra buradaki –ahlak, töre, kültür, sosyal olarak her ne varsa– kurum, kavram ve tanımlar birey ölçeğine indirgeniyordu. Savaşlar sonrasında düşünsel yönlenme tersine döndü. Önce birey tanımlanır oldu; daha sonra bireyden topluma (topluluğa) doğru yeni tanımlamalar ve algılar türetildi. İnsan düşüncesinin ürünü olan her şey bu temel doğrultuları izledi.
İkinci bin yılda yeni bir durumu yaşıyoruz. İnsanlığın bu yeni şafağında insan hem birey hem de ağın bir üyesi olarak ikili bir görünüm ortaya koyuyor. Geleceğin gerçekleri ve doğruları, geçmiştekilerden çok farklı olacak. Dünün kurum ve kavramları ile geleceği yaşamak mümkün değil gibi görünüyor. Bizi bugüne getiren değişim sürecini çok hızlı yaşadık. Bugünü ve özellikle geleceği kavramak hiç kolay olmayacak.
Gürcan Banger