Düşünce deneyi konusuna odaklandığımda, doğal bilimler bir yana aklımda felsefe ve edebiyat vardı. Bu konu zaten felsefenin önemli unsurlarından birisidir ve çok uzun süredir bir teknik olarak felsefe disiplininde yararlanılır. Edebiyat ile ilgili olarak da sayıca daha az olsa da bazı düşünür, edebiyatçı ve yazar tarafından kullanılmıştır.
Düşünce deneyi ve edebiyat arayüzüne beni itekleyen faktörlerden birisi Türkçe edebiyat konusundaki olumsuz yargım olmalı. Bir ülkenin edebiyatının da orada yaşayan toplumdan çok farklı olabileceğini düşünmüyorum. Bu dille yaratılmış edebiyata baktığımda –ki burada tartıştığım dilin kendisi değil– genelde bir içerik, öz eksikliği olduğunu hissediyorum. Genelde kaleme alınan eser ya tümüyle peşpeşe sıralanmış bir olaylar örgüsünden ibaret kalıyor –ki bundan Amerikan kökenli ‘action’ film endüstrisinin etkisi var– ya da anlamlar üretmekten çok uzak bir arabesk duygular yumağı ile yoğrulmuş oluyor.
Bazı örneklerde de psikiyatrik ya da erotik bir tül perde arkasından edebiyat adı altında yazar için ‘şöhret yönetimi’, kitap için ise ‘pazarlama iletişimi’ yapıldığını görüyoruz. Özellikle şiiri işgali altına almış ‘cazip’ sözcükleri ardı arkasına sıralayarak içi boş adeta ‘çakma dadacı’ kolaycı şairlikten de da söz etmeliyim. Edebiyatın duygu, sezgi ve aklı emek ve teknikle yoğurarak evren, insan ve yaşamla ilgili anlamlar yaratmasını bekliyorum. Bu sanatsal ve estetik ‘içi doluluk’ olmadığı için de Türkçe edebiyat bir ‘şeyler’ yapmak adına emekleyip duruyor.
Yazar olmak sadece kalemle veya bilgisayarın tuşlarına basarak sözcükleri birbiri ardına sıralamak olmamalı. Yazı yazma becerisi, özellikle edebiyatçı olma yeteneği ile eş değil. Edebiyatı yaratabilmek yazı yazabilme becerisinden çok daha fazlasını gerektiriyor. Öncelikle evren, insan ve yaşam hakkında çeşitli ve derin bilgi, deneyim sahibi olmak yanında akıl ile sezgi gücünü ve çoklu zekâyı zorunlu kılıyor. ‘Sade suya’ bir anlatıcı veya ‘arabesk duygucusu’ olmanın yazarlıkla eşdeğer tutulması takıntısını yıkıp yok etmek zorundayız.
İki Parthenon Anlatımı
Her yazımdan önce bildiği geliştirmek ve yazmanın bana katkı yapan bir süreç olmasını sağlamak için ‘ucu açık’ bir araştırma yapıyorum. Düşünce deneyini edebiyata eklemlemeye çalışırken rastladığım kaynaklardan birisi Peter Swirski’nin “Of Literature and Knowledge” isimli kitabı oldu. Kanadalı bir bilimci ve edebiyat eleştirmeni olan Swirski, bu kitabında anlatı, düşünce deneyi, evrim ve oyun teorisi gibi konuları işliyor. Kitabın edebiyat ve düşünce deneylerini incelediği bölümünde Walker Percy’nin 1983 baskısı –o tarihte henüz SSCB dağılmamıştı– “Lost in the Cosmos” isimli kitabında yer alan bir düşünce deneyi ile başlıyor.
Aşağıda aktaracağım örneğin ‘iyi’ anlaşılması bakımından Walker Percy (1916-1990) hakkında kısa bilgi vermem uygun olur. Percy, felsefe ve göstergebilim konusuna odaklanmış bir yazardır. Koyu Katolik inancına sahip olan ve felsefi romanlarıyla tanınan yazarın çalışmaları, genel olarak varlığın sorgulanması ile ABD’nin güneyine özgü duyarlılık temalarını içerir.
Walker Percy, yukarıda belirttiğim kitabında geçen düşünce deneyine bir soru ile başlıyor: “Neden bir başka tür değil de, insan sıkılır? İnsanın sıkıldığı şartlar altında bir köpek uyumaya gider.”
“Düşünce Deneyi: Yunanistan’ı ziyaret eden bir turun katılımcısı olduğunuzu hayal edin. Grup, [Yunanistan’daki ünlü antik tapınak] Parthenon’a gider. Sıkıcıdır. Çok az kişi bakmayı tercih eder –ki broşürdeki resim daha iyi görünmektedir. İnsanlar göz ucuyla şöyle bir bakarlar; çoğu resim çeker ve asit yağmurunun yarattığı erozyonu kendi aralarında konuşur. Şaşırmışsınızdır. Batı Uygarlığının medarı iftiharı eserlerden birisi –iyi hava, iyi otel, iyi yiyecek, iyi kılavuz gibi– hoş şartlar altında neden sıkıcı olsun ki?”
“Şimdi Parthenon’u hangi şartlar altında görmenin sıkıcı olmayacağını hayal edin. Örneğin; bir Sovyet saldırısına karşı Yunanistan’ı savunan bir NATO albayısınız. Atina’da, dürbününüzü kum torbalarına dayamış halde bir sığınaktasınız. Şafak vakti. Orta menzilli roket saldırısı sürüyor. Yarım milyon Yunanlı ölmüş. İki füze Parthenon’un etrafına düştü. Sonraki kesinlikle hedefi kaçırmayacak. Yükselen dumanlar arasından altın bir ışık demeti sütunlu girişi aydınlatıyor.”
“Hâlâ sıkılıyor musunuz? Parthenon’u görebiliyor musunuz?” Bu noktada Percy, düşünce deneyini bitirirken “Açıklayın” diye bir soru ortaya sürüyor. Gerçekten Parthenon’un iki anlatımı arasında sanatsal, estetik, edebi ve anlamsal ne fark(lar) var? Neden?
Düşünce Deneyi ve Edebi Kurmaca
Düşünce deneyi, hayali bir senaryoda (kurmacada) tasvir edilen durum ve olayların gerçek olma ihtimalini dikkate alarak ortaya çıkabilecekler hakkında yargı ve yorumlar üretmek üzere tasarlanır ve yürütülür. Düşünce deneyi mevcut bilgi ve deneyimler, duygular, sezgiler ve mantık kullanılarak gerçekleştirilir. Bu özellikleriyle doğa bilimleri yanında teorik fizik, felsefe ve edebiyat gibi farklı alanlarda da kullanılabilir.
Evrene, insana ve yaşam ilişkin bilgimiz artıp çeşitlendikçe düşünce deneylerini kullandığımız alanlarla birlikte bu tekniğe ilişkin sorumlarımız da artacak. Bir konuda rahat olabiliriz. Aklın laboratuvarında uygulandığını kabul ettiğimiz düşünce deneyi daha uzun süre bu tür sorulara cesurca meydan okumaya devam edecek. Hiç kuşkusuz; bu süreçte düşünce deneyi olgusunun kendisi de evrimleşmeye uğrayacak. Gelecekte geçmiştekine veya mevcut olana göre hayli bir düşünce deneyi profili oluşsa da, özellikle felsefe ve edebiyat gibi söze dayalı disiplinlerin –kısaca masa başındaki düşünürün– en değerli araçlarından birisi olma özelliğini sürdürecek. Veriler ve nedenler ‘tutarlı’ olduğu sürece sonuç çıkarıcı (çıkarımcı) düşüncenin önemli teknikleri arasında itibar görmeye devam edecek.
Yukarıda veriler ve nedenlerden söz ederken, ‘tutarlı’ deyip geçiverdim. ‘Doğru’ veya ‘gerçek’ de diyebilirdim ama sanırım bu sıfatları kullandığımda işler biraz daha karışıyor. Devam edelim. ‘Tutarlı’ olan nedir? Doğa bilimlerinden söz ettiğimizde aklımıza geçmiş bilgi birikimi, deneylerden veya ölçümlerden elde edilen sağlıklı veriler geliyor. Konu felsefeye ve komşu düşünsel alanlara yaklaştığında ‘tutarlı’ veya ‘doğru’ ya da ‘gerçek’ daha fazla tanımlı olmaya ihtiyaç duyuyor. Hele ki, ayaklarını yere basmak mecburiyetinden hissetmeyen edebiyata geldiğimizde daha bulanık bir ‘bilgi ve deneyim sağlamlığı’ ile karşı karşıya kalıyoruz. Acaba bir edebi kurmaca söz konusu olduğunda ipin ucunu belirsizliğe ve kuralsızlığa doğru iyice koyuvermeli miyiz?
İlkeler
Adı ‘düşünce deneyi’ olsa da, bu aracın da diğerleri gibi bazı temeller üzerinde yükselmesi gerekir. Nedenler ve sonuçlar (bağımlı ve bağımsız değişkenler) daha baştan belirlenmeli. Deneyin içinde yer alacağı bir ‘dünya’ tanımlanmalı. Deneyin şartları tekrarlanmaya uygun biçimde oluşturulmalı. Tüm soyut özelliklerine rağmen mantık ve akıl yürütme teknikleri deneyin başından sonuna kadar kullanılabilir olmalı. Deney, önceden doğrulanmış olanları da içermek üzere bir bilgi ve deneyim birikimi üzerine oturmalı.
Yazarların ne yazacaklarını söyleyemeyiz. Fakat düşünce deneyleri kullanılarak geliştirilecek kurmaca için bazı kriterler öngörülebilir. Böylece edebi kurmaca olmayı hedefleyen metinleri, henüz kurgulanma aşamasında –okuyucuların da işini kolaylaştıracak– bir yapısal sağlamlığa kavuşturmak mümkün olabilir.
Yukarıda kısaca değinmiş olmakla birlikte; kurmacada düşünce deneyi için birinci kriterin açıklık olduğunu söyleyebiliriz. Bu kriter; nedenlerin ve sonuçların (bağımlı ve bağımsız değişkenlerin) daha baştan anlaşılır biçimde belirlenmesini ifade eder. İkinci kriter ise tutarlılıktır. Mantıksal, deneysel veya sosyo-psikolojik ilişkilerin bir diğeri ile uyumlu ve tutarlı olması beklenir. Üçüncü sırada uygunluk kriteri gelir. Bu da yaratılan hayali dünyanın deney için gerekli ve yeterli şartlara sahip olmasını anlatır. Edebiyat kurmacası, nedenli yaratıcı ve yenilikçi olursa olsun Amerika’yı yeniden keşfetmez. Toplumların geçmişten bugüne taşıdığı pek çok düşünsel metodoloji, teknik ve araç var. Edebi kurmaca yazarı konusuyla ilgili olanları bilir ve kullanır, ki bu da bilgililik diye özetlenen dördüncü kriteri oluşturur. Yazarın edebi kurmaca için tasarladığı düşünce deneyinin süreç ve sonuçları açısından bazı genellemeler, imalar ve mevcut teorilerin boşluklarını doldurmaya aday tezler öne sürmesi beklenir. Böylece edebi kurmaca düşünsel gelişmede ivmelendirici bir rol oynar. Buna da yansıtıcılık kriteri diyebiliriz.
Düşündürücü felsefi bir özü olmasına rağmen kendini bana bir çırpıda okutan Scott Adams’ın, ilk kez 2001’de yayınlanan “God’s Debris (2009’da basılan Türkçesi ‘Tanrının Enkazı’)” isimli çalışmasının yukarıda çerçeveye uygun olduğunu düşünüyorum. Kendisi de bu kurmacasını kapakta ‘Bir Düşünce Deneyi’ olarak niteliyor. Kitabın devamı olan “The Religion War” ise henüz Türkçeye çevrilmemiş.
Düşünce Deneyi ve Mizah
Düşünce deneyi konusuna başlarken, aklımda –zaten başka düşünür ve yazarlar tarafından edebiyatla ilişkilendirilmiş– bu tekniği mizah ile eşlemek vardı. Genel anlamda mizah konusunda düşünmeye ve yazmaya ilgi duymuş çok sayıda düşünür var. Aklıma ilk gelen filozoflar olarak Thomas Hobbes’u, Immanuel Kant’ı, Henri Bergson’u ve Sigmund Freud’u bir çırpıda sayabilirim. Hiç kuşkusuz; bunlara Charles Baudelaire gibi başka düşünür ve yazarların isimlerini de ekleyebiliriz. Düşünce deneyleri ise antik çağlardan bu yana pek çok düşünür ve bilim insanının ilgisi çekmiş. Başta doğal bilimler olmak üzere felsefe alanında da çok sayıda düşünce deneyinin tasarlanıp uygulandığını biliyoruz. Diğer yandan düşünce deneyini mizah kapsamına giren konularla ilişkilendiren düşünür, bilimci veya yazar sayısı çok fazla değil. İnternet sayesinde daha kolay ulaşılabilen kaynaklar büyük oranda dergilerde yer alan az sayıdaki makaleden veya sempozyum bildirisinden oluşuyor. Basılı veya elektronik olarak yayınlanmış kitaplarda ise konuya birkaç cümle içinde değinilip geçilmiş.
Düşünce deneyinin mizaha eklemlenmesi konusunu da içerecek biçimde yapılmış “The Humor Code: A Global Search For What Makes Things Funny” başlıklı bir çalışma Peter McGraw ve Joel Warner isimlerini taşıyor. Pazarlama ve psikoloji konularında çalışan bir akademisyen olan Prof. Peter McGraw, 2010 yılında tanıştığı gazeteci ve yazar Joel Warner ile birlikte yürüteceği bir mizah araştırması tasarlar. Bir bütünleşik mizah teorisi oluşturmak üzere bu ikili, 150 bin km’ye yakın yol yaparak çok çeşitli ülkeleri araştırma projesi amaçlı olarak dolaşırlar. Elde ettikleri sonuçları çeşitli popüler ve bilimsel dergiler, kongreler ve İnternet bloglarında meraklılarına sunarlar. Yukarıda sözünü ettiğim 2014 tarihli kitap da bir ‘mizah bilimi’ kitabı olarak bu sürecin ürünlerinden birisidir.
Mizah Alanı
Varsayımımı baştan söyleyebilirim. Mizahın genel anlamda düşünce deneyi tasarlamak için uygun bir platform ve iklim olduğu kanaatindeyim. Ama bu ‘sezgisel’ yaklaşımının, hiç kuşkusuz tartışılmaya ihtiyacı var. Bu bağlamda McGraw’ın çalışmalarından destek alabilirim.
Thomas Hobbes, mizahın düşman karşısında edinilen üstünlükten veya ani zaferden kaynaklandığını düşünüyordu. Kant ise mizahın gergin beklentinin hiçlik ile sonuçlanması sürecinde ortaya çıktığını söylemişti. Bergson, “Gülünç etkinin bir sebepten kaynakladığı durumlarda, sebep bize ne kadar doğal geliyorsa ortaya çıkan etkide bize o kadar gülünç gelir” diye yazmıştı. Mizahı saldırganlık ve cinsellik temelli iki kategoriye ayıran Freud ise bir şeyi komik bulmamızın nedenini gerginlik ve kaygıyı azaltması olarak ifade etmişti.
Yukarıda sayılan ve sayılabilecek olan mizah teorileri, zamanın sınaması altında değişime uğradılar veya ilgi görmez hale geldiler. 20’nci yüzyılın sonlarına doğru mizah duygusunun ölçülmesi gibi konular bilim gündemine gelse de, filozoflar yıllar boyu masa başında düşünme çalışmasını –buna İngilizcede “armchair philosophy” deniyor– uygulamalı deneysel ölçümlere eklemlemeyi düşünmediler.
Masa başı düşününün en önemli araçlarından birisi, fiziksel laboratuar ortamına gerek duymayan, aklın laboratuarını tercih eden düşünce deneyleridir. Uygulamalı fizik veya kimya laboratuvarı çalışmasına göre daha az ‘zahmetli’ olan masa başı düşünce deneyi, gülünç olanın neden ortaya çıktığı konusunda kullanılmaya çalışıldı. Deney yapma ve teori üretme için ihtiyaç olanın sadece şakalar, fıkralar veya komik söz ve hareketlerin varlığı ve yeterliliği düşünülmüş olabilir. Bazılarını yukarıda saydığım mizah teorilerinin geçerliliğini sınamak için masa başında yazılı veya sözel eldeki malzemeyle yetinmek uygun mudur? Örneğin Galileo Galilei, iki farklı ağırlıktaki güllenin Pisa Kulesi’nin en üstünden zemine aynı sürede düşeceğini masa başında tasarladığı düşünce deneyi sayesinde öngörmüştü. Bu hayali çalışmayla o zamana kadar Aristoteles’in 2000 yıl önceki öngörüsü ile doğru kabul edilen güllelerin ağır olanının önce düşeceği tezini çürütmüştü.
Yukarıdaki soruya vereceğimiz cevap “Hayır” olacaktır. Günümüzde mizah teorilerinin geçerlilik sınanmasını sağlayacak yeterli sayı ve çeşitlilikte istatistik ve analitik yöntem, teknik, araç ve bilgi var. Hiç kuşkusuz; insanların mizaha bakışı ve onu algılaması kültüre ve zamana göre değişecektir. Küreselleşmede mizah anlayışında aynılaşma etkisi yapacaktır. Ama sonuç olarak mizah teorisinin geçerliliğini seçilmiş kriterler açısından ölçmek her zaman mümkün olabilecektir. Kanımca düşünce deneyinin ilginç bir kullanımı, deneyin kurmaca dünyasının mizah ile örülmesidir. Özellikle kültür, edebiyat ve dil gibi temalarla tasarlanacak düşünce deneyleri için mizah son derece uygun bir alan izlenimi vermektedir.
Külotlu Çorap Meselesi
Günümüzde mizah teorilerinin geçerliliğinin masa başında düşünce deneyi ile sınanmaya gerek kalmadan daha yeni istatistik ve analitik yöntem, teknik ve araçlarla doğrulanabileceğinden söz etmiştim. Gerçekten de veri toplama ve işleme konusunda son yarım yüzyılda çok önemli donanım ve metodoloji gelişmeleri oldu. Gene de aklımızı kurcalayan soruyu sormalıyız. Bu gelişmeler insanların tutum ve davranışlarını, akıl yürütmelerini ve tercihlerine yansıyan duygularını doğru yansıtmada yeterli midir?
1977 yılında Richard Nisbett ve Timothy Wilson isimli iki psikolog insanların tercih nedenlerini ortaya koyan bir araştırma yayınladılar. Bu araştırma için bir indirim mağazasından bir masada dört adet naylon külotlu çorabı yan yana koyarak sergilediler. Araştırma sürecinde çoraplar aynı yerlerde olmayacak biçimde rotasyona tabi tutuldu. Araştırmaya katılan müşterilere en kaliteli çorabın hangisi olduğu soruldu. Seçimin ardından bu çorabı seçme nedenlerini söylemeleri istendi. Müşteriler tercih nedeni olarak sağlamlık, esneklik, incelik, saydamlık gibi mantıklı kabul edilebilecek nedenler söylediler. Hâlbuki araştırmada kullanılan külotlu çorapların dördü de aynıydı.
Araştırmanın daha ilginç bir sonucu ise –çorap incelemesinin soldan sağa doğru yapıldığı dikkate alınarak– en sağdaki çorabın genellikle daha kaliteli bulunmasıydı. Çoraplar soldan sağa doğru %12, %17, %31 ve %40 oranlarında kaliteli bulunmuştu. Anlaşılan, çorapların rotasyona uğratılmasına rağmen bulundukları konum kalite algısını etkilemiş; en sağdaki, büyük oranda kaliteli kabul edilmişti.
Kim Ne Düşünür?
İnsanların büyük çoğunluğu, toplumsal sınır ve kısıtların dışına düşmemek için orta yolda olmayı ve başkalarından farklı davranmamayı tercih ederler. Çünkü böyle davranmanın daha güvenli olduğu ve kendilerini riske atmadığı kanısındadırlar. Diğer yandan bir başka eğilim de başkalarının inançlarının, değer yargılarının ve davranış tercihlerinin kendilerininkine benzediğini kabul etmeleridir.
1977 yılında Stanford Üniversitesi’nden sosyal psikolog Prof. Lee Ross iki adımlı bir araştırma gerçekleştirdi. Birinci aşamada katılımcılara içinde çatışma olan ve iki seçenekten birisini seçmeleri istenen durumlar sunuldu. Sorular şöyleydi: Diğer kişilerin hangi seçeneği tercih edeceğini tahmin edin. Kendinizin hangi seçeneği tercih ettiğini söyleyin. Her bir seçeneği tercih edebilecek kişi özellikleri belirtin. Sonuç, her katılımcının diğerlerinin kendisi gibi davranacağı yönünde görüş belirtmesi oldu.
İkinci aşamada ise öğrencilerden yarım saat süre için, üzerinde “Joe’nun Restoranında Ye” yazılı sandviç reklam tabelasını taşımaları istendi. Kabul edip etmemek öğrencinin tercihine kalmıştı. Kabul edenlerin yüzde 62’si, diğer öğrencilerinde bu işi kabul edebileceğini söyledi. Reddedenlerin yüzde 33’ü ise diğerlerinin kabul edebileceğini ifade etti.
Sonuç olarak; bu iki aşamalı deney bize “yanlış uzlaşma etkisi” olarak anılan olgu nedeniyle bir kişinin başka insanların da kendisi gibi düşüneceğini öngördüğünü söylüyor.
Duyu Dışı Algı
Bazı kişiler, kendilerinin “duyular dışı algılama (DDA)” gibi bir paranormal yeteneğe sahip olduğunu düşünür. 2001 yılında ABD’de yapılan Gallup seçim araştırması, seçmenlerin yüzde 50’sinin seçim sonuçlarını önceden bilmelerini sağlayacak DDA yeteneğine sahip olduğuna inandıklarını göstermiş. Ancak gene yapılan çalışmalar gösteriyor ki, insanlar sadece doğru çıkan durumları hatırlıyorlar; yanlış tahminler ise zihinlerden hızla silinip gidiyor. Özetle; hiç kimsenin kendisini kâhin Nostradamus veya büyücü Merlin gibi hissetmesini gerektirecek bir gerçek durum yok.
Özetleyelim. Pazarlama veya mizah gibi doğrudan insanları ilişkili teorilerin doğrulanmasında istatistik ve analitik yöntem ve teknikler kullanmak da her zaman beklenen doğru sonuçları verme potansiyeline sahip değil. Öyle anlaşılıyor ki, nicel araştırma yöntemleri ile birlikte düşünce deneyi gibi masa başı nitel teknik ve araçları da kullanmaya devam edeceğiz.
Gürcan Banger