İşletmelerde ilgilendiğimiz işler, genel olarak insan-makine sistemleridir. Bu tür sistemlerin en sorunlu olan bölümü, insan unsurudur. Bu nedenle; işletmenin önemi iyi anlaşılması gereken unsuru da insandır.
İnsan unsuru ile yaşadığımız sorun, yönetim aşamasına geldiğimizde birkaç kat daha önemli hale gelir. Bu nedenle işletmemizdeki insan olgusunu doğru kavramak ve gerekirse önlemleri buna göre almak zorundayız.
İşletme, sadece makineler ve o ortamda çalışan insanlardan oluşmaz. Eğer bir sistemde insanlar varsa; onlarla ilgili alışkanlıklar, korkular, inanışlar, velhasıl bir kültür demeti var demektir.
Bir işletmede insanların taşıdığı kültür ise doğrudan içinde yaşanılan toplumla ilgilidir. Dolayısıyla bir işletmedeki yöneticilerin öncelikle bu sosyal kültüre ilişkin bazı özellikleri iyi bilmesi gerekir.
Alaturka (Alla Turca), İtalyanca kökenli bir sözcüktür. Eski Türk gelenek, görenek, töre ve yaşamına uygun olan anlamına kullanılır. Bu topraklarda yaşayan insanlar olarak bizim yaşam, düşünce ve davranış modelimizi ifade eder.
Alaturka sözcüğü, zaman içinde çıkış anlamını yitirerek ‘düzensiz ve yöntemsiz’ anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Doğu toplumlarına özgü yönetim anlayışı ile yönetici tipini ifade etmek üzere kullanılır olmuştur.
İş ve sosyal yaşamımızda alaturkalık; plansızlık, gelecek tasarımı eksikliği, günlük aşama, kolaycılık, taklitçilik, laubalilik, disiplinsizlik, rasgele davranma ve gereksiz duygusallık olarak yer etmiştir.
Az gelişmiş ülke toplumlarını incelediğimizde; az sonra sayacağımız özelliklerin pek çoğunu gözlüyoruz. Haksızlık etmemek adına; önemli sosyal ve ekonomik değişiklikler gösterdiğimizi söyleyebiliriz. Ama kodlanmış gibi değişmeyen yanlar da var.
İşte alaturka yönlerimiz… Hızlı başlayıp, daha sonra işi yavaşlatma eğilimindeyiz. Statükocuyuz. Değişime ve yeniliğe direniyoruz. Değişimi sevmiyor, çekiniyor, hatta korkuyoruz. Amaç ve hedeflerimiz ya yok ya da yeterli açıklık ve netlikte değil.
Eleştirmeyi, suçlamayı, hatta karalamayı seviyoruz. Sık sık eleştirdiğimiz halde eleştirilmeyi hiç mi hiç sevmiyoruz. Kısa vadeli yaklaşım ve çözümleri tercih ediyoruz. Günü kurtarmaya çalışırken, uzun vadede daha büyük sorunlar yaratıyoruz.
Teorik düşünmeyi ve teorik eğitim almayı sevmiyoruz. İşin esası ile ilgili olmayan pratik çözümler bulmaya çalışıp kolaycılığa yöneliyoruz. Uzmanlık bilgisine yeterli önemi ve değeri vermiyoruz. Çevremizdekilere önem verip kulaktan dolma bilgilerle iş yapıyoruz.
Merkeziyetçi ve mevzuatçıyız. Delege etmekten, yetki + sorumluluk + kaynak vermekten hoşlanmıyoruz. Çekingeniz. Girişimci yönelimlerimiz düşük. İki kulağımız ve bir ağzımız olduğunu unutmuş görünüyoruz. Dinlemiyoruz. İletişimi sadece konuşmak olarak anlıyoruz.
Yanlış veya eksik anlatmış olduğumuz aklımıza gelmiyor. Daima anlaşılmadığımız kanaatindeyiz. Bizi anlamadıkları gibi bir saplantımız var. Pek azımızın kitabında azim diye bir sözcük var. Çabuk ve kolay vazgeçiyoruz.
Uzlaşmayı yeterince aramıyoruz. Çekişmeyi ve itişip kakışmayı seviyoruz. Soru sormayı ve soru sorulmasını sevmiyoruz. Sorgulayıcı değiliz. Atılgan olmamız ve hakkımızı aramamız gereken pek çok durumda pasif kalıyoruz.
İş yaşamı ile sosyal yaşamın sürdürülebilirliği açısından kurallar olması gereğini (hukukun üstünlüğünü) içimize sindiremedik. Yaşamı kurallara göre oynamak yerine, her birimiz kuralları kendimize uydurmaya çalışıyoruz.
Ne kişisel düzeyde ne firma ölçeğinde ilke ve değerlerimiz yok. İlke ve değerlere önem vermek yerine tutarsızlığı ve ilkesizliği benimsiyoruz. İşbirliğine ve ortak çalışmaya yatkınlığımız yok. İşbirlikleri konusunda yeterince açık ve istekli değiliz.
Birbirimizi ve başkasının başarısını çekemiyoruz. “Küçük olsun, benim olsun” veya “Ben de olmayan komşuda da olmasın” zihniyetini aşamadık. Söylemiyor, söyleniyoruz. Dedikodu yapmayı seviyoruz. İktidarda olmak veya hükmetmek, iş yapmaktan daha önde geliyor.
Amaçlarımız ve hedeflerimiz yok. Bu nedenle amaçlarla araçları birbirine karıştırıyoruz. Duygusal bir topluma mensubuz. Ama duygularımızı yönetmeyi bilmiyoruz. Bu nedenle sıklıkla istismar ediliyoruz.
‘Biz’ olmayı başaramıyoruz. ‘Biz’ yerine ‘Ben’leri daha öne çıkarıyoruz. “Nasıl olur?” şeklinde iyi niyet ifade etmek ve olumlu düşünmek yerine, “Neden olmaz?” sorusuna cevaplar arıyoruz.
Paylaşımcı değiliz. Bilgiyi saklıyor ve paylaşmaya yanaşmıyoruz. Makamla onurlanma çabasındayız. Unvanımıza, makamımıza güç katmak yerine, makamın gücünün arkasına saklanıyoruz. Unvana, pozisyona, rütbeye ve diplomaya gereğinden fazla önem veriyoruz.
Hatalara karşı düzeltici ve önleyici bir tutum yerine savunmacı bir yaklaşım içinde direnç gösteriyoruz. Öğrenmeyi okulla sınırlı görüyoruz. Yaşam boyu eğitimin henüz bilincine varamadık. Zamanımızı organize edemiyor ve organize olamıyoruz. Yaratıcı, buluşçu ve yenilikçi düşünce yönünde atılgan değiliz. İzlemeyi ve taklit etmeyi tercih ediyoruz. Lider olmak yerine geriden izlemeyi güvenli buluyoruz. İşi tartışmak yerine kişileri tartışmayı yeğliyoruz. Özgüven konusunda ciddi eksikliklerimiz var.
Hatalarda bir ‘günah keçisi’ arıyoruz. Doğru veya yanlış bir sorumlu buluyor ve yargısız infaz ediyoruz. Yaratıcı, yenilikçi düşünceyi yeterince desteklemiyor ve olanak yaratmıyoruz. Bardağın boş tarafını görmeyi yeğliyoruz. Olumludan çok, olumsuza odaklanıyoruz. Katılımcılık ve paylaşımcılık yönümüz gelişmemiş. Gruplaşma ve hizipleşme yaygın. Enformel ilişkiler, formel olanların çok önünde. Takım çalışmasını bilmiyoruz; ‘takım çatışmasında’ daha ustayız.
Stratejik düşünme, stratejik planlama ve stratejik yönetim konusunda bilgili değiliz. Geleceği planlamıyoruz. Bütçelerimiz de yok. Sadece günü kurtarmaya çalışıyoruz. Mazeret ve bahane üretmekte son derece başarılıyız. Planlı ve sistemli çalışmaya alışık değiliz. Yöntemli çalışmaya inanmıyor ve güvenmiyoruz. İster olumsuz, ister olumlu; yaşadıklarımızdan ders almayı bilmiyoruz. Her zaman baş olma çabasındayız. Apoletsiz bir yaşam tarzını öğrenemedik.
Farklılıklara ve çeşitliliğe sıcak bakmıyoruz. Kendi farklılığımızı yaratma konusunda istekli değiliz. Risk almaktan korkuyoruz. Kazancın kaynağının risk olduğunun farkında değiliz. Kaderci ve kederciyiz. Olur olmaz her şeyi, neden yaptığımızı anlamadan ‘inşallah ve maşallah’ sözcüklerine havale ediyoruz.
Başarıya odaklanma ve rotada kalma konularında zayıflıklarımız var. Küçük düşünüyor, azla yetiniyor ve vizyoner olamıyoruz. Yetki, sorumluluk ve kaynakların hepsini kendimizde toplamayı seviyoruz. Bunları paylaşmayı sevmiyoruz. İşletmelerimizin ilk elde ihtiyacı olan yönetici türünün liderler olduğunun farkında değiliz. Çevremizde düşünen insanlar ve işletmemizde liderler olmasından mutlu olmuyoruz. Tepkici özelliklere sahibiz. Düşünmeden abartılı tepki verme alışkanlığımız var.
Konuları ayrıntılı araştırmıyoruz. Yüzeyseliz. Bir buzdağı ile karşı karşıya olabileceğimiz ihtimalini dikkate almıyoruz. Her zaman otorite arayışı içindeyiz. İnisiyatif kullanma konusunda çekingeniz. Sistemsizliğin ‘sistem’ haline geldiği yapılar oluşturuyoruz. Kurtarıcılarla yaşamaya çalışıyoruz. Her zaman bizim dışımızda bir kurtarıcı arıyoruz. Başkalarının bizi yönlendirmesine ve ölçeklemesine ihtiyaç duyuyor ve bekliyoruz. Her konuda moda yönelimli olduk. Modaya abartarak yönleniyoruz. İleriyi değil geriyi; geleceği değil geçmişi düşünme eğilimindeyiz.
Bir işe başlıyor ama sürekliliğini nasıl sağlayacağımızı bilmiyoruz. Başarısız olan her proje, bizi daha atıl hale getiriyor. Her sorunu acil hale geldiğinde fark ediyoruz. Acil sınıfına sokana dek her soruna kayıtsız davranıyoruz. Başarılı olduğumuzda bununla yetiniyor; başarısızlıkta ise yakıp yıkıyoruz. Sürece ve sisteme değil; sadece sonuçlara odaklıyız. Önce yapıyor, sonra düşünüyoruz. Önce başlayıp sora para bulmaya çalışıyoruz. Önce başlayıp sonra sorunları öğrenmeyi deniyoruz.
İyiyi hedefliyoruz. Ama kriterlerimiz olmadığından ilerlemeyi ölçemiyoruz. Sonuçta vasatla yetiniyoruz. Kolay ve önceden denenmiş yolları tercih ediyoruz. Koşulların değişmiş olmasının çözümleri de değiştirmeyi gerektireceğini düşünmüyoruz. Zor olanın gerektiği zamanlarda bile ucuz ve kolay olanın peşindeyiz.
Rekabeti sevmiyoruz. Rekabetin anlamını, “Biz kazanalım, onlar kaybetsin” şeklinde anlıyoruz. İyileştirme konusunda bilinçli değiliz. Tümden atıp yenisini alma eğilimi içindeyiz. Kökten değişimin yarattığı erozyonunun bilincine varamadık. Doğrunun birden fazla olabileceğini ve başkalarının da doğruları olabileceğini bilmiyoruz.
Kendi isteklerimizin yapılmasında bağnaz bir ısrarcılık içindeyiz. Başkalarına yaşam hakkı vermiyoruz. İyi örneği oluşturamıyoruz. “Dediğimi yap, yaptığımı yapma” gibi yanlış bir tutum içindeyiz. Hazır reçeteler önem veriyoruz. Kendi özgün çözümümüz konusunda çalışkan ve girişken değiliz.
İlkelerimiz olmadığından kuralları sık ve kolayca esnetiyoruz. Bu arada ilkesizliğe savrulduğumuzun farkında değiliz. Kendimizi küçümsüyor, başkalarını büyütüyoruz. Kendi dışımızda oluşan fikirleri zor kabulleniyoruz.
Konulara, olaylara ve sorunlara objektif değil; sübjektif yaklaşıyoruz. Yetkinlik algımız yok. Çok konuşanı, çok biliyor sanıyoruz. Bilgi ve uzmanlık ile belagati birbirine karıştırıyoruz.
Acil olanı, en önce yapmak gibi bir saplantımız var. Kaynak sorun ile görünür sorunu birbirine karıştırıyoruz. Kazan-Kazan anlayışında olmadığımızdan, eğer kazanamıyorsak taviz vererek idare etmeye çalışırız. Nedir bunlar? Bu olumsuz özelliklerimizin bazıları neden bazıları ise sonuç… Ama her durumda işletmelerimizin başarısını olumsuz şekilde etkiliyor. Eğer bunlar neden ise ortadan kaldırmamız gerekiyor. Eğer sonuç ise bunlara yol açan nedenleri bulup gerekli önlemleri almamız zorunlu.
Tüm bu olumsuz özelliklerimize rağmen eğer bir şeye karar verirsek ve buna inanırsak olağanüstü bir enerji ve sinerji yaratıyoruz. Zaman zaman sorunlar yaratsa da; önemsenmesi gereken bir esnekliğimiz var. Kazanma ve başarma konusunda hırsımızın olumlu sonuçlarını alabiliyoruz.
Uyarlama ve uyum sağlama konusunda yetenekli olduğumuza hiç kuşku yok. Değişime direnmekten vazgeçtiğimizde hızlı bir uyum süreci ile başarıya ulaşabiliyoruz. Yapmamız gereken, yüreğimizin sıcaklığına aklın gücünü eklemek olmalıdır.
Gürcan Banger